8 Kasım 2011 Salı

Cold Mountain






Savaş karşıtı her film izlemeye değerdir. Soğuk Dağ Amerikan iç savaşına, aşkın ve insanlığın penceresinden bakan bir yapım. Böyle olunca insanı direkt olarak etki altına alıveriyor. Çünkü savaşın anlamsızlığına kanaat getiren her insan, aşkla süslenmiş bu tarz filmlere gizli bir bağlılık duyuyordur.

Amerikan iç savaşıda her savaşın olduğu gibi tamamen duygusal nedenler çıkıyor. Güney’de Afrika’dan kaçırılıp getirilen köleleştirilmiş işçilerle pamuk, şeker kamışı ve tütün üretimi yapan çiftlik sahipleri zenginliklerini tarım üzerinden kazanıyorlar. Kuzey sanayileşme yoluna gitmiş. Köleliğin kaldırılmasını savunuyorlar. Çünkü artık onların kölelere fazla ihtiyacı kalmamış. Köleliğin kaldırılmasını savunan Abraham Lincoln’ün başkan seçilmesiyle, 11 Güney eyaleti isyan bayrağını çekiyor ve Jefferson Davis komutasında Birleşik Devletlerden ayrılma kararı alıyor. Böylece savaş başlamış oluyor. Cold Mountain’de kahramanlarımız Güney’li.

Cold Mountain’li gençler savaşın başlamasını heyecanla karşılıyor. Çünkü her erkek ruhunda savaşma isteği taşır. Üstelik Soğuk Dağ gibi bir yerde hayatında kendini kanıtlama şansını asla yakalayamayacak ve eline geçen savaş fırsatını yücelme gibi gören İnman ( Jud Lawe ) ve arkadaşları gibi. Sevdiği kadın açısından işler daha da zor. Ada ( Nicole Kidman ) daha İnman’ı tanıma fırsatı bile bulamadan, savaşa giden ve dönme ihtimali belirsiz olan bir adamı beklemek gibi bir  durumun içine düşüyor.

Film savaş ve bekleyiş arasında geçen ikilinin hikayesini en güzel şekilde anlatmış. Gerçekten izlenmeye değer ve akıp geçen 2.5 saatlik güzel bir hayat ve yol serüveni. Ayrıca filmde tanıdık yüzler görmek insanı güzel bir hoşluğun içine itiyor. Natalie Portman ve bu filmin tek Oscar’ını yardımcı kadın oyuncu rolüyle kazanan Renee Zellweger’in güzel performansı dikkat çekici yan unsurlar. Renee filmde Ada’ya yardıma gelen ve onu gerçekten hayata tutunduran Ruby karakteriyle çıkıyor karşımıza. 




Filmin en güzel sahnelerinden birineyse savaş filmlerinde sıkça görülen usta oyuncu Brendan Gleeson imza atmış. Gerçekten vurucu bir sahne.

Kötü rollerin usta adamı Ray Winstone yani savaştan kaçanları cezalandıran Yüzbaşı Teague , bizim savaşın anlamsızlığından kaçan Stobrod ( Brendan Gleeson ) ve saf arkadaşı Pangle’ı dağ başında yakalar. Her ne kadar Stobrod müzisyen olduklarını anlatsada, yanındaki saf arkadaşı fıtratından dolayı pot kırar ve asker kaçaklarının yaşadığı mağarayı tarif eder. Yüzbaşı Teague bize bir şarkı çalın der keyifle. Stobrod öleceğinin farkında son şarkısını çalar gibi çalmaya başlar.  I  I wish my baby was born. Yüzbaşı şarkıya eşlik eder. Şarkı bittiğinde sessizlik olur bizim iki kafadarı ayağa kaldırırlar. Pangle hala gülümsemektedir. Hayatı boyunca gülümsemiştir. Resim çekildiklerini zanneder. Oysa yüzbaşı onları vurmak için ayağa dikmiştir. O saçma gülüşüne son ver der. Stobrod sinirli bir şekilde son sözlerini söyler.
‘‘ O hep gülümser kötü bir niyeti yok. Ona bu dünyada gülümsemeye değer bir şey olmadığını söyledim. ’’




Cold Mountain gerçekten insana aradığı bir çok değeri sunan bir film ve bu yüzden izlemeye değer.

Geçmiş ve Misafirleri

Bazen eski bir dosta rastlarsınız. Ansızın özlem kuşatır benliğinizi. Her şey değişmiş gibi gelir. Gözlerine baktığınızda maziyi görürsünüz. Siz geçmişe gitmeden geçmiş ayağınızın önüne serilir. İşte o an zaman durmuştur. Etrafınızdakiler kaybolur. Yalnızca iki kişilik bir yolculuk başlar. Derinlerden bir yerlerden hatıraları çıkarırsınız. Yosun tutmuş paslı bir kutuyu açmak gibi heyecanlıdır yaşanmışlıklar. Kendi kendini imha eden kriptodur geçmiş. Bir hakkınız vardır. Çözümü, çözümsüzlükle mümkün. Biri eskileri isterken, öbürü yenilere koşmak için saatini gözler. Anmak zaman ister, biri zaman ister, biri sanki yıllardır tutulduğu esaret hücresinden kaçmak ister. Kriptonun çözümsüzlüğü burada başlar. Geçmişi açmak için elinizde tuttuğunuz anahtarı eski dosta uzatırsınız. O kaçmak için beklediği mahzenin kapısını açar. Size gülümser, size özlemle sarılır. Son bir zafer kazanmış gibi artık veda ister. Misafir hayatımızda, misafirdir insanlar…

24 Ekim 2011 Pazartesi

The Tree of Life


 

Hayata başlarken yollar ikiye ayrılır. İnayet ve Doğa. Terence Mallick bize bu iki yolun kesişimde gerçekleşen olaylarla, insanlığın tüm sorgulamalarını sunuyor. Hayatın ve dinin, doğumun ve ölümün sorgusu. Genelde Doğa’nın dini ikinci plana aldığını görürüz fakat Mallick aslında İnayetin dine doğadan daha yakın durduğunu göstermiyor. İkisini eşit şekilde ele alıyor. Sinemaya bu dili aktarırken karşımıza iki temsili karakter koyuyor. İnayet’i temsilen Mrs. O'Brien ve Doğa’yı temsilen Mr. O'Brien. Bunların kesişiminde ve etkisi altında kalan çocukları hikayenin merkezinde görüyoruz.

Doğanın ve dünyanın oluşumunu anlatan kısa belgesel tadında bir senfoniyle başlıyor film. Dinazorları görüyoruz. Biri, diğerinin kafasını ezerken. Doğada işlerin nasıl yürüdüğünü anlatıyor adeta. Mr. O'Brien’ın tüm hayatı boyunca daha güçlü olmak, ezilmemek için yaptığı mücadelenin sebebini sunuyor bir karede.

Aslında iki karakterin çocuklarına doğru yolu gösterme çabalarını görüyoruz. İlk başta baba karakteri çok baskın çıkıyor. Baskı ve zorunluluklarla çocuklarına hayatın zor olduğunu ve zayıf düşerlerse, herkesin onları ezeceğini vurguluyor. Filmin sonundaysa İnayetin ve annenin zaferini görüyor gibi oluyoruz. Taşınma sırasında anne hayatın tüm güzelliğinin sevgide olduğunu anlatıyor çocuklarına. Karşılıksız ve koşulsuz sevgi.


İncil’e Eyüp’e vurgusunu anne üzerinden yapıyor. Erdemli, sabırlı, kendi başına hareket etmeyen,hor görülmeye,yaralanmaya,sevilmemeye alışkın bir anne. Fakat bağlılık duyduğu ve kendine benzeyen oğlunun ölümüyle Eyüp gibi inandığı her şeyi sorgulamaya başlıyor. Neden demeye ve sızlanmaya başlıyor. İnayet yoluna inananın sonu kötü olmaz diye öğrettiler cümlesini kurarken, oğlunun ölüm haberini almasıda artık düşüncelerinde değişimler olduğunu gösteriyor. Baba karakterinin etkisi altında kalan Jack ise dine daha uzak duruyor. Kötü olduğunu kabulleniyor. Fakat Mallick zaman içinde doğayla bütünleşen bu karakterin bize ilerleyen olgunluk dönemini Sean Penn ile gösteriyor. Büyük Jack artık neden seni ihmal ettim diyerek Tanrı’ya yakardığını görüyoruz. Aslında Mallick’in bir diğer anlatmak istediği kabullenen inayetin zamanla her şeyi sorgulayabileceği, objektif düşünce içinde olan doğanınsa zamanla yaptığı hataların farkına vararak dini hayatın merkezine alabileceğini gösteriyor.



Filmin sonundaysa küçük Jack tüm geçmişiyle yüzleşiyor adeta. Kardeşinin ölümünü sorguluyor. Neden sevgi ve inayet dolu biri kaybeder ? Kardeşleri, anne ve babasının etrafındaki tüm insanların geçmişleriyle buluşuyor. Geçmişte bir yolculuğa çıkıyor. İçinde yaşattığı doğa artık inayetle birleşiyor. Postmodern yapılar arasından gerçekliği görüyor.

Jack: Kardeşim, Annem beni senin gerçekliğine yönlendiren onlardır.


Terence Mallick doğayla başladığı sinema hikayesinde artık tecrübe dönemiyle birlikte sınırları zorlayacağını bize göstermiş oldu. Varoluşçuluk üzerine yapılabilecek en güzel eserlerden birini The Tree of Life'la beğenimize sunan Mallick'in bir sonraki projesi Untitled Terrence Malick Project 2012 ve başrolünde Javier Bardem var.

9 Şubat 2011 Çarşamba

İcralık Film- Beş Şehir

Onur Ünlü kendi tarzını yaratmış, Türk sinemasına farklı boyutlar kazandıran bir yönetmen. Filmlerinde o kadar şiirsel bir dil kullanıyor ki sinema sanatının her şeye  kadir olduğunu bize kanıtlamaya çalışıyor sanki. Beş Şehir filmi de 5 farklı insanın, birbiriyle bir şekilde kesişen hikayesini anlatıyor. Hem de en ağır, en dokunaklı şekliyle. Aslında bir melodram denemez. Çünkü Onur Ünlü öyle demiyor. Filme gerçeküstü diyebileceğimiz bazı ögeleride serpiştiriyor. İzleyince insanı etkileyen, beklide yaralayan. Böyle hayatlar ve insanlar var mı? Diye düşündüren bir film olmuş Beş Şehir. Acıyı çeken bilir. İnsanların acısı ortak olsa bile, insanlar kendi acılarını başkaları çekmiyormuşçasına yaşarlar. İnsanlar zanneder ki acı bir bende var. Hatta en büyük acı, keder dert bendedir. Sendeki de nedir ki? İşte sorulan soru hep budur. Aslında hepimiz bu soruyu sorarız. Acının tarif edilemez bir duygusu vardır elbet. Fakat paylaşılmayan acı insanı esas öldüren acıdır. Benim açıkçası aklıma birçok duygu ve düşünce geldi. Bu filmi izleyince telaffuz ederek söyleyebileceklerim şimdilik bunlar. Suçluluk ve masumluk duygusunu bir arada barındıran insanlar. Bir o kadar suçlu ama masum görünen ya da bir o kadar masum fakat suç işlemek zorunda kalan. Neresinden tutarsanız tutun aklınıza ve kalbinize bir o kadar duygu ve düşünce serpiştiren filmler listesine Beş Şehir’i de eklemek gerekiyor.

İşin ilginç yanı borçlarından dolayı film icralık oldu ve 200 bin tl gibi bir fiyat biçildi. Türk sinemasında çok büyük bir finansör sorunu olduğu bir gerçek. Yalnızca tanınan isimlerin ve komedi tarzında yapılan filmlere sahip çıkılıyor. Çünkü bunların para getireceği herkesçe biliniyor. Diğer sanat filmi olarak nitelendirebileceğimiz ya da daha doğru bir deyimle festival filmleriyse çok nadir destekçi buluyor. Hatta tek destekçileri Kültür Bakanlığı diyebiliriz. Eğer bulabiliyorlarsa bazı sponsor firmalarca da ufakta olsa bazı masrafları karşılayabiliyorlar. Bu yüzden festivalde büyük ödülü alan filmler kendisini kurtarırken, diğerleri ise açıkta kalabiliyor.

Polis, Güneşin Oğlu derken Onur Ünlü bu seferde kendine özgü diyebileceğimiz bir dramla karşımıza çıktı. Bundan sonrada çok farklı senaryolar ve projeler yapacağı çok aşikar. Fakat bir daha filmlerinin icralık olmaması dileğiyle. Filmin ilk satışı 18 Şubat’ta yapılacak. Belki arşivinize koymak için almak istersiniz:) Filmin aldığı ödüllere gelince; 46. Altın Portakal'da en iyi senaryo ve Behlül Dal Genç Yetenek Ödülü (Tansu Biçer) olmak üzere iki ödül almıştı. Film, 17. Altın Koza'da da en iyi erkek oyuncu Tansu Biçer, en iyi yardımcı kadın oyuncu Beste Bereket, en iyi yardımcı erkek oyuncu Bülent Emin Yarar, en iyi senaryo Onur Ünlü olmak üzere dört ödül almıştı.

Kesinlikle filmi izleyin derim. Türk sinemasını komedi filmlerinden ibaret değil. Bu filmleri de izleyerek Türk sineması hakkında farklı kanılara varmak gerekiyor.

Şevket: ''Sen şiir okumuyorsun! Şiir okusaydın bilirdin ki; aşık adam sınanmaz...''

Şevket: "Benim yerimde olsaydın kedicik, benim yerimde olmak istemezdin."

5 Şubat 2011 Cumartesi

Hakkı Yenen Film – The Prestige

Akademi tarafından hakkı yenen filmler listesi yapılsa heralde bu listenin en başlarında Christopher Nolan’ın Prestij’i yer alırdı. Bu filmin Oscar’da yalnızca en iyi görüntü yönetimi ve en iyi sanat yönetimi dalında aday gösterilmesi gerçekten dünya sinema tarihine geçecek bir olaydır. En iyi uyarlama senaryo, en iyi kurgu ve en iyi filme aday gösterilmemesi geriye dönüp baktığımızda şaşırtıcı geliyor. Aslında bunun pek çok sebebi var.

Kurgu konusunda Nolan filmleri her zaman etkileyici olmuştur. Hatta etkiden öte bir büyü diyebiliriz. Ödülü almasını bir kenara bırakın aday bile gösterilmiyor. Sıçrama (jump cut) ve geriye dönüşleri (flashback) filmin içinde öyle güzel yoğuruyor ki filmleri anlamak çok zor bir hal alıyor. Fakat başka filmlerde olduğu gibi bu izleyicide bir huzursuzluk ya da güvensizlik yaratmıyor. Çünkü çözümü içinde olan bir bulmaca düşünün ve sizin bu kadar basit bir şeyi çözmeye çalışırken aldığınız zevki. İşte Nolan filmlerinin kurgusuda böyle. Akademinin Prestije ve günümüzde İnception’ı en iyi kurguda aday göstermemesinin tek açıklaması hala sıçrama tekniğindeki keskinliği aramaları diye düşünüyorum. Buna soğuk baktıkları ve keskinlik, basitlikte anlam aradıkları bir gerçek. Belki de bu ödüllerin sinemanın seyrini bozacağına inanıyorlar. Bu yüzden aday bile göstermiyorlar. Haksızlıklardan sıyrılıp acıları geçmişe gömelim ve filme gelelim. En iyi uyarlama senaryoda olmaması hala içimi yakıyor ama neyse. Film o kadar büyüleyici ki 2 saat sanki on dakikada geçiyor. Nolan filmlerinde hep bir dram var aslında. Üzülünecek bir hikayeyi, aksiyonun içine öyle güzel oturtuyor ki o aksiyon arasında üzülecek vakit kalmıyor. Bu yüzden Nolan filmleri diğer aksiyon filmlerinin 3 gömlek üstüne çıkıyor. Hep bir felsefesi ve duygu yoğunluğuyla bezenmiş filmler.

Prestij Işığında Tesla Gerçeği

Fakat Nolan filmlerinin bir ortak noktası daha vardır. Büyük bütçeli tüm filmlerinde bilim önplana çıkar. İşte Prestij’de de Tesla önplana çıkıyor. Çağının en büyük bilim adamı. Denenmeyenleri deneyen. Alternatif akım üzerinde duran bir bilim adamı. Doğru akımda harcanan masrafı ortadan kaldıracak bir düşünce yapısı. Tesla bu fikri Edison’a açtığında bu fikir onun hiçte hoşuna gitmedi ve Tesla’yı hayalperest olarak gördü. Fakat yıllar sonra Tesla’nın dehasının her şeyde ortaya çıktığını görüyoruz. Her yerde elektrik üretmek için kurulan barajlar var. Tesla uzaktan kumanda,mikrodalga fırın ve elektron mikroskobu gibi icatlarıylada bilinir. Esas önemli olanı onun zamanda yolculuk gibi hayalgücünde sınır tanımayan deneyler yaptığıda söylenir. Aslında Nikola Tesla’nın dünya üzerinde tanınması belli güçler tarafından engellenmiştir. Ölümünden sonra tüm projelerine FBI el koymuş ve ortaya çıkmasını istemediği gerçekleri saklayarak kendi lehine kullanmış olabileceği üzerinde durulur. Alternatif akım ve elektromanyetik dalgalar alanında birçok sırrı gizlenmiştir. Zamanından 100lerce yıl öteye gitmiş ve icatlarıyla dünyanın tarihine etki edecek her adama deli yaftası yapıştırılır. Nikola Tesla’da bunların en başında gelmektedir. Dünya üzerinde en çok bilinmesi gereken adamdır fakat bilinmez. Çünkü o kablolara ihtiyaç duymadan elektriği kullanmayı keşfeder. Fakat zamanın tekelleri elbette bu buluşun önüne geçecektir. Günümüzde bile hala kablolardan ve gereksiz birçok gerçekten zengin olan şirketleri görüyoruz. Fakat Tesla aslında yıllar önce bunlara çözüm bulmuştu. Havayı kullanarak enerjinin transferini yapmayı keşfeden bu adamın bilinmesi elbette istenmez. Çünkü dünyanın yararına masrafsız yapılan icatlar dünyayı yöneten azınlığın hoşuna gitmez. Onlar halkı zor durumda bırakacak masraf ve faturalarla boğulacağı bir dünya kurgularlar. İşte günümüzde yaşadığımız dünya. Belkide dünyanın başka bir yerinde örneğin Cern’de ışınlamayı denediler. Fakat bizim bundan asırlar sonra haberimiz olucak. Yapılan ilk icatlar her zaman ordular ve askeri alanlarca kullanılır. Büyük devletlerin büyük silah gücünü oluşturan bu gelişmeler halka hiçbir zaman açılmaz. Tesla bunları başarmışken, birileri tarafından alaşağı edilmiş bir bilim adamıdır. Nolan’da Prestij filminde işte buna değiniyor. Filmin bir yerinde kablosuz yanan lambaları, diğer yerinde ise Edison’la olan savaş gibi rekabetini veriyor bize. Fakat bunu öyle sinemasal ve büyülü, bazende anlaşılmaz bir dille aktarıyor ki hangi açıdan neye bakacağımızı bilemiyoruz. Nolan filmleri bir yamaçtan yukarı bakmak gibidir. Çünkü onun filmleri zirvededir. Siz izlerken zirvede olanları uzak olduğu için net göremezsiniz. Oysa filmin tam içindesinizdir. Filmden çıktığınızdaysa aslında zirveden dağın eteklerine bakmanız gerektiğini anlarsınız. Çünkü görmeniz gereken şeyler birle sınırlı değil bazen bir elin parmaklarından bile fazladır. Bu yüzden Nolan filmlerini bir kere izlemek asla yeterli değildir. İşte sihir budur. Gerçek sihir.

 " Hilenin sırrını arıyorsunuz, ama bulamazsınız. Çünkü dikkatli bakmıyorsunuz. Siz sırrı bilmek değil, kandırılmak istiyorsunuz. "

3 Şubat 2011 Perşembe

ZİNDAN ADASI

Martin Scorsese, bu filmiyle birlikte bilinen tarzının dışında harika bir işe imza attı. Artık neredeyse ortağı haline gelen Leonardo Di Caprio ile 4. sinema filmini gerçekleştirdi. Yaptığı bir röportajında söylediğine göre şimdiden Di Caprio ile yeni projelere bakmaya başlamışlar. Umarım bu ikiliyi daha çok projede birlikte görme şansı yakalarız.


Yazar Dennis Lehane’nin Zindan Adası isimli kitabından, Laeta Kalogridis’in senaryolaştırdığı ilginç ve güzel bir hikaye Shutter Island. Di Caprio’ya, Mark Ruffalo, Ben Kingsley ve Michelle Williams'ın eşlik ettiği 2009 yapımı oldukça ilginç bir konu üzerine kurulu. Massachussets sahili açıklarındaki bir adada suç işlemiş akıl hastalarının tedavi edildiği hastanedeki bir katilin esrarengiz şekilde kayboluşunu soruşturmakla görevlendirilen Teddy Daniels ve Chuck Aule adlı iki polisin olayları çözmek için adada yaptıkları sorgulamalar ve onları bekleyen olayların konu edildiği izlenilesi bir hikaye.

Bazı filmler vardır insanı aklını karıştırır ve 10 kişiye sorsanız 10 farklı cevapla bile karşılaşabilirsiniz. İşte Zindan adasıda 10 farklı cevaba yer bırakmasada, filmle ilgili farklı görüşleri savunan insanların sayısıda yadsınamayacak kadar fazla. Bu nedenle filmle ilgili çözümlemeyi aşağıda bulabilirsiniz.


Spoiler (İzlemeyenler okumasın!!!)

Öncelikle Teddy Daniels ortağı Chuck'a filmin başında siz Portland'da ne içiyorsunuz söylesene diyor. Ortağıda Seattle diye düzeltiyor. Filmin ilerleyen aşamalarında yine sence Portland'da hava nasıldır Chuck diyor. Buda hafızanın gelgitler yaşadığını ve geçmişi tamamen unuttuğunu kanıtlıyor. Adanın güvenlik sorumlusuyla arabada giderken Dr. John senden umutlu diyor, adam bizim Teddy'e. Teddy'de beni tanımıyorsun diyor. Seni çok iyi tanıyorum diyor. Bunun gibi en az 20 tane ayrıntı var. Esas önemli olan ayrıntılara geçelim. Teddy yaşlı bir teyzeyi sorguluyor. Dr. Shilen size kur yaptımı diye soruyor. İşte esas cevabı yönetmen Scorsese burada veriyor bize. Filmlerde önemli olan kendi gördükleriniz ya da görmek istedikleriniz değildir. Esas önemli olan yönetmenin size ne gösterdiğidir. İşte tam burada Scorsese en az üç kere bizim Teddy'in ortağı Chuck’a kesme yapıyor. Daha doğrusu Dr. Shilen'a. Yönetmenin bize verdiği ikinci ve en büyük ipucu. Teddy, Rachel Solando'nun yanına mağaraya iniyordu. Herkesin kafasını karıştıran noktada bu galiba. Mağaraya inerken Scorsese çok büyük bir sanrı yaratıyor. Ortağı Chuck’ı suya düşmüş ölü halde görüyor bizim Teddy. Yani Rachel solanda diye mağaraya inip konuştuğu kadın bir sanrı. En büyük sanrısı. Aslında burada David Lynch filmlerine bir benzerlik görüyoruz. David Lynch filmlerindeki sorunlu,ezilmiş ve güçsüz karakterler bir süre sonra kendilerini rüyalarında güçlü, muhteşem karakterler olarak farklı isimlerde yaratırlar. Burada ise rüyada değil gerçekte Andrew Leaddis isimli 67. Hasta olan karakterimiz, sanrılarında, hafıza kayıplarında ve şizofrenik dünyasında katil olmadığı ve hala şerif olduğu bir dünya yaratıyor. Edward Teddy Daniels. Bu karakter geçmişinden kurtulmak için bir şerif oluyor. Yarattığı dünyada etrafındaki insanlara birer rol veriyor. Fakat ona 2 günlük bir oyun hazırlanıyor. İki yıllık tedavide son şansı. Oradaki en tehlikeli hasta. Çünkü Dr. John Cowley bunun onu tedavi edeceğini düşünüyor. Bütün bu buz kıracağı, beyin ameliyatları hikayeside nereden geliyor derseniz. Bu hafızasında daha önceden kalan kırıntılar. Zaten Dr. John Cowley eğer başarısız olursak sana lobotomi (beynin alt kısmında bulunan bölgelerle, beyin kabuğu frontal bölge arasındaki sinirsel bağları kesmeye yönelik cerrahi müdahele) yapılacak diyor. Aslında burada esas önemli olan deney başarılı oluyor mu? Yoksa Teddy onların başarısız olduğunu mu düşünmelerini istiyor. Bence Teddy onların başarısız olduklarını düşünmelerini istiyor. Bir katil olduğunu, 3 çocuğunun öldüğünü hatırlamak ve bir canavar gibi yaşamak istemiyor. Bunları hatırlayarak hangimiz yaşamak ister ki. Filmin finalinde. Dr. Shelen'a ortağım chuck diyor. Bunu bilerek ve isteyerek yapıyor. ''Burası beni düşündürüyor. Hangisi daha kötü olurdu bi canavar olarak yaşamak mı yoksa iyi bir insan olarak ölmek mi?'' Aslında herşeyin farkında son bir kez Dr. Cowley’e bakıyor ve artık büyük ihtimal geçmişindeki anıların silineceği ve bir robot gibi yaşayacağı ameliyata doğru gidiyor.
Hasta çok zeki, sanrıları olan madalyalı bir gazi. Da kao'nun kurtarılmasında bulundu. Eski bir kanun görevlisi. Şiddete eğilimli. Pişmanlık duymuyor, çünkü suç işlediğini asla kabul etmiyor. Yaptığı gerçek şeylerin önüne geçen çok karmaşık ve fantastik hikayeler uydurabiliyor.

4 kuralı

edward daniels - andrew laeddis
rachel solando - dolares chanal

2 Şubat 2011 Çarşamba

Başlangıç

İnception Sırları
Aslında bir sırdan bahsedebilir miyiz? Nolan'ın dehası burada ortaya çıkıyor. Gerçeği bir sırmış gibi anlatıyor. Biz aslında gerçekliğin sırrını çözmeye çalışıyoruz. İşte bu yüzden böyle adamlara deha deniyor. İzlediğimiz her şeyin bir o kadar gerçek olduğunu bilirken, aslında bir rüya görmüş gibi oluyoruz.
Gelelim insanların merak ettikleri sorulara. Filmin sır gibi gözüken fakat o kadar açık şekilde bize verilen cevaplara. Nolan hiçbir zaman seyirciyi kandırmaz. Onları ukalalıkla suçlamaz. Gerçekleri sunar ve sizin yapmanız gereken bunu en iyi şekilde almaktır. İşte deha ve dahi kavramı bu yüzden bu adama hakettiği sözcükler olduğu için pay biçilir.

-Bundan sonrası spoiler- (Filmi İzlemeyenler Okumasın!!!)

Filmin adı neden başlangıç?
Bunun aslında iki cevabı var. İlk cevap Cobb'un yeni bir başlangıç için son bir şansı var. Saito ona son bir şans sunuyor. Eğer rüyada fikir ekmeyi başarırsa ona ülkesine ve çocuklarına geri dönmeyi vaad ediyor. Yani yeni bir hayata başlangıç. İkinci cevapsa rüyalarınızın hiçbir zaman başını hatırlamassınız. Onların başlangıcı yoktur. İşte bu yüzden başlangıç. Kinayeli bir anlam gibi. Hem gerçek hem mecaz.
Bu rüya aletleri nereden çıktı diyebilirsiniz. Onun cevabınıda Nolan filmin içine koyuyor. Bunun bir ordu icadı olduğunu söylüyor. Bunun halka yasal olmayan bir şekilde sızmasınıysa mimarlara bağlıyor. Çünkü rüyaların gerçekliğine inandırmak ve fikir çalmak için her zaman iyi bir mimara ihtiyaç vardır. Cobb'da iyi bir mimar. Fikir çalmak ve ekmek zorunda kalan bir mimar.
Cobol mühendislikte neyin nesi. Neden cobb'un peşindeler derseniz onunda cevabı var. Aslında o Saito'nun paravan şirketi. Cobb'u bu yüzden tutuyor. Sanki Saito'dan bilgi çalması gerekirmiş gibi cobol mühendislik buna para ödüyor. Saito'nun rüyasına girerek ondan fikir çalmaya çalışıyor. Aslında bunlar saito'nun cobb'un yeteneğini görmek için kurguladığı bir oyun. Zaten rüyanın içinde Cobb'a bu bir seçmeydi diyor. Cobb'un yeteneklerinden çok etkilendiği için Fischer'ların varisine fikir ektirmek için onu tutuyor. Bunun gerçekleşip gerçekleşmediğini görmek içinse kendiside rüyaya girmeye karar veriyor.
Kimin rüyasına girilirse onun yansımaları her zaman karşısına bir engel olarak çıkıyor. Cobb bu yüzden mal'ın karşısına çıkmaması için ustası Miles'a giderek iyi bir mimar istiyor. Çok iyi bir mimar olan genç Ariadne'de bu yolla ekibe katılmış oluyor. Eames'ı ise hayal gücü ve taklit yeteneğinden dolayı rüyaya katıyorlar. Yusuf ise hazırladığı çok sert yatıştırıcılarla ve onları çarpmada ve ilk katmanda uyandıracak kişi olmasından dolayı ekibe dahil oluyor. Cobb ve yakın arkadaşı Arthur, fikir ekmenin başarılı olmasını bilmek içinse rüyaya katılan saito ile ekip tamamlanmış oluyor. Babasının ölümünden dolayı işlerle ilgili havayoluyla uzun bir seyahat yapmak zorunda kalan Fischer, doğal olarak Saito'nun aldığı havayolu şirketiyle bizimkilerin kucağına düşüyor ve Cobb'un evi Los Angeles'a doğru yola çıkıyorlar. Buraları uzatmaya gerek yok. Yalnızca Saito'nun vurulduğu ve öldüğü için arafa düştüğünü ve Cobb'un onu kurtarmak için 5. Katmana indiğini söylememiz gerekiyor. Zaten Nolan filmin başında çok sık başvurduğu o enfes kurgusuyla sahile vurduğu görüntüyü bize sunmuştu. Yine sahile vuruyor ve yaşlanmış Saito'un yanına gidiyor. Seni tekrar genç olduğumuz günlere götürmek için geldim diyor. Saito Cobb'un belinden çıkan silaha bakıyor ve uçakta uyanıyorlar. Ariadne doğaçlama yaparak 4. Katmanda Mal'i vurduğu için artık Cobb Mal'i ve pişmanlılarını geride bırakıyor. Gerçeğe gerçek bir insan olarak dönme şansını yakalıyor. Kafasında soru işareti olmayan bir insan ya da Mal'li anıları yok etmiş bir Cobb. Velhasıl kelam rüya içinde rüya derken fikri başarıyla Fischer'ın beynine ekiyorlar.
Şimdi diğer merak edilen sorulara gelelim. Cobb'un rüyalarda yüzük taktığını görüyoruz. Gerçekliğe döndüklerinde parmağında yüzük olmadığını görüyoruz. Fakat Cobb rüyalarla gerçeği karıştıracak durumlara geliyor. Çünkü kendi rüyalarına mal ile olan tüm anılarını eklemiş. Böylece mal onu kendi gerçeğine çağırıyor. Yaşadığı dünyanın gerçek olmadığını ancak kendisini öldürdüğü zaman gerçeğe dönebileceğini söylüyor. Cobb'un o kadar aklı karışık ki bir sahnede totem'i çevirip, kendini vurmak için silahı hazırladığını görüyoruz. Totem durduğu için rahat bir nefes alıyor ve gerçekte olduğunu anlıyor. Mal'in hikayesi zaten ortada. Rüya içinde rüyayla 4. Katmana kadar iniyorlar Cobb'la birlikte. Bilinçaltı onu rüyanın gerçek olduğuna o kadar inandırıyor ki totemini rüyasında bir kasaya saklıyor. Araf onun gerçeği oluyor. Böyle olduğu için uyanmak istemiyor. Çünkü gerçekle rüyaları artık ayırt edemez duruma geliyor. Cobb böylelikle ilk fikir ekme sanatını mal üstünde deniyor. Onun beynine ancak ölürlerse gerçeğe dönebilecekleri fikrini ekiyor. El ele tutuşarak tren yolunda intihar ediyorlar ve uyanıyorlar. Fakat mal uyandığında çok farklı bir kişi oluyor. Çocuklarını sevemiyor çünkü onun kendi çocukları olduğuna inanmıyor. Kendisi gerçeği aramayı seçiyor. Evlilik yıldönümlerinde camdan aşağı atlıyor. Gerçekle, rüyaları ayırt edemediği için aslında bilmeden intihar ediyor. Fakat üç doktordan akıl salığı yerinde raporu aldığı için onu Cobb'un öldürdüğünü düşünüyorlar. Böylece Cobb ailesinden ve çocuklarından uzaklara hapse girmemek için daha önce anlattığımız gibi Saito'nun paravan şirketinin yaptığı teklifi kabul ederek avrupaya kaçmak zorunda kalıyor.
Şimdi gelelim esas soruya. Herkesin merak ettiği soru. Filmin sonunda totem neden sürekli dönüyordu. Filmin en can alıcı noktası burası aslında herşeyi başlatan ve bitiren, insanların zihnini bulandıran ve herkesin filmden farklı sonuç çıkarmasına neden olan sahne. Dediğim gibi nolan bir dahidir. 21. Yüzyıla yakışan ve damgasını vuran en büyük yönetmen gözüyle bakıyorum ben. Zaten imdbde en düşük puanı 8.3 :) şimdi sorunun cevabına geliyoruz. Sizcede totem durmuyor mu? Cobb aslında bir rüyada mı? Nolan yapmış yapmışta filmin sonunda herşeyi mahvetmiş mi? Tabiki de kesinlikle hayır. Nolan iki yerde filmin sonunu açıklıyor aslında. Birincisi cobb'un daha öncede anlattığım totemi çevirip, silahı kafasına dayamaya hazır olduğu sahne. Totem yaklaşık 20 saniye dönüyor ve sonra sendeleyerek duruyor. İkinci sahneyse mal'in sakladığı kasayı açıp totemi çeviriyor ve totem hiç sendelemeden sürekli dönüyor. İşte size cevap filmin son iki saniyesini şimdi açın ve yeniden izleyin. Totem 50 saniye kadar rahatça dönüyor fakat son iki saniyede görüyorsunuz ki aslında totem sallanmaya ve tamamiyle durmaya başlıyor. Tamamen duruyorda fakat nolan bunu göstermiyor. Çünkü nolan size diyor ki bazen yaşadığınızdan emin olmak için sizinde kendi totemleriniz yok mu? Bazı anlar vardır onun rüya olduğunu sanırsınız. Fakat bunun gerçek olduğunu çözmek için kendinize bir tokat atarsınız. Aslında bazen gerçeği anlamanız için bu bile yetmez çünkü zihinde çekilen acıda gerçek gibidir. Biz gerçeği tam düşmek ya da ölmek üzereyken anlar ve bilinçaltımızın bize oynadığı oyunların farkına varır terler içinde uyanırız. Rüyalarımızda kendimizi öldürmeyiz. Fakat cobb gibi rüyalara giren adamların gerçeği anlaması için kendilerine ait totemlere ihtiyacı vardır çünkü bunlar kendilerini rüya sanarak gerçek hayatta öldürebilir. Siz sakın şimdi kalkıpta totem yapmaya kalkmayın çünkü bu sizi ancak şizofrene doğru uzun ve engebeli bir yola doğru götürebilir:)
Aklımdayken yazayım. Minibüs suya düştüğünde bu düşmenin etkisiyle hepsi uçakta uyanıyor. Fakat Cobb bu düşmeyi arafa Saito'nun yanına gitmek için kullanıyor. Saito silaha bakıyor o dünyanın gerçek olmadığına ikna oluyor. Daha doğrusu yarım yamalak rüyanın geri kalan kısmını hatırlıyor. Önce Cobb'u vuruyor. Hani vurunca arafa düşüyolardı diyeceksiniz. Zaten araftalar bu yüzden kendilerini vurunca gerçeğe dönüyorlar. Tıpkı mal ve Cobb'un tren yolunda ölüp gerçeğe döndüğü gibi.bu yüzden uçakta ilk Cobb uyanıyor. Daha sonra kendini vuran Saito'da uyanıyor.
Yüzük büyük ihtimal eskiden Cobb'un totemiydi. Fakat mal ölünce alıp topacı kendi totemi yaptı.